Monday, May 25, 2009

Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken
Kafan dışındaysa:

Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip kederlenip
Mutsuz olacaksın.
Meyhane masalarında kahrolacaksın

Şiirlerle şarkılarla
Kendini avutacaksın.
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın

Murathan Mungan



Çember

Afrikalı kadınların boyunlarındaki halkalar gibi - herkes bir sürü çemberin içinde, seçtiğimiz, seçmediğimiz. Her çemberin, her düzenin kuralları var. İnsanın bu kurallara uymaya devam edebilmesi için, yaptığı işin önemli olduğuna, içinde bulunduğu düzenin anlamlı olduğuna inanması gerek. Bu inancın sürekli beslenmesi gerek. İnsan içinde bulunduğu çembere inancını kaybettiğinde, artık ancak zorunluluklar, menfaatler ve korku onu o düzenin içinde tutabilir.

Hepimizin içinde seçmeden bulunduğu çember, bu zaman. Eskiden normal sayılan davranışlar, değerler, varsayımlar artık geçersiz. Şimdi yeni korkularımız, alışkanlıklarımız, beklentilerimiz var. Beğensek de beğenmesek de pek çok insan kendini bu zamanın akışına kaptırmış, bu zamanın kurallarıyla yaşıyor, bu da bizi aynı kurallara göre yaşamaya mecbur bırakıyor. Sonra içine doğduğumuz, büyüdüğümüz aile. Onun da kuralları var. İçine doğduğumuz, büyüdüğümüz ülke. Cinsiyetimiz. Tüm bunları miras almışız. Doğanın, atalarımızın, dedelerimizin, ninelerimizin yıllar yılı yaşayarak, karışarak, çalışarak, savaşarak oluşturduğu bir düzenin, bir zamanın içine doğmuşuz. Bu çemberlerden tamamen çıkmak, onları geride bırakmak, onlar yokmuş gibi yaşamak mümkün mü? Bu mümkün değil. Ancak bunların içinden çıkamıyor olmak, böyle yaşamaktan mutlu olduğumuz anlamına gelmiyor. Peki insan hep içinde bulunduğu çembere uyum sağlamak zorunda mı? İçinde bulunduğu çemberden memnun değilse insan, onu değiştirmeye çalışamaz mı? Yani hem bazı taraflarını sevmemek, hem terketmemek, terkedememek?

Bazen insanın içinde bulunduğu çembere uyum sağlamak için öyle ödünler vermesi gerekir ki, insan ancak kendine ihanet ederek, yalan söyleyerek, kim olduğunu saklayarak, görünmez olarak o çembere uyabilir. İnsan kendine ihanet etmek istemiyorsa, ya o çemberi bırakıp gitmesi, ya da çemberin içinde kalıp savaşması gerekir. Ama bazen bir halkayı çıkarıp atmak, terketmek de kendine ihanet etmektir, özünün bir parçasından vazgeçmektir. İnsan bırakıp giderse başını dik tutamayabilir. Zaten zamanlar, ülkeler, aileler bu sevmediği halde terkedemeyenler sayesinde değişir.

Bir insanın hayatta edebileceği en büyük kötülük, doğasına aykırı davranmak. Ama insanın kendini tanıması, ne yapmak istediğini, ne yapabileceğini anlayabilmesi de o kadar kolay bir şey değil. Bazen aslında ne yapmak istediğimizi kendimize itiraf etmemiz yıllar alır. İnsanın bir şeyi, bir kimseyi, bir işi ya da bir şehri kendini ona kendini kaptırabilecek kadar, adayabilecek kadar, onun arkasında durabilecek kadar önemli görmesi, sevmesi ne büyük cesaret. Bir halkayı bile isteye boynuna geçirmesi. Yapılması gereken bu diye değil, zorunluluktan değil, gerçekten isteyerek. İnsan bunu yaptığında, aslında kendisiyle yüzleşmiş olur, sınırlarıyla, kusurlarıyla. Der ki, ben bu işin, bu insanın arkasında duruyorum, bu iş, bu insan bana layıktır, benim dengimdir. Onun kusurları benim kusurlarımdır. Ben buyum. Eleştirilmesi gerekenler kendileri olanlar değil asla, kendini görmezden gelip, başkalarının amaçlarını kendilerininmiş gibi edinenler. Kendini unutanlar, kabul edilmek, onaylanmak uğruna kendi gibi davranmayanlar. Sorgusuz sualsiz içine doğduğu çembere uyum sağlayanlar, kendilerine, hayatlarına yazık edenler. Başkalarının halkalarını boyunlarına geçirenler. Böyleleri kendilerini avutmaya, oyalamaya, tatminsizliklerini unutmaya çalışırlar, şiirlerle, şarkılarla, hayallerle. İnandıkları işleri yapanların, inanarak bir şeyler üretenlerin ürünlerini izlerler ancak, onlara hayran olur, kendilerini onlarda bulurlar.

Ama biz yine de insanların fikirlerine çok değer veriyoruz. İstiyoruz ki yaşam tarzımız, seçimlerimiz onaylansın, fikirlerimiz kabul görsün, insanların fikrini değiştirsin, ürünlerimiz beğenilsin, alıcı bulsun. Yaşam tarzımızın taklitçisi, fikirlerimizin takipçisi, ürünlerimizin alıcısı ne kadar çok olursa, biz kendimizi o kadar değerli, o kadar güçlü hissedeceğiz. Eğer düşüncelerimizi, yeteneğimizi, seçimlerimizi onaylayan kimse olmasa, kendimize, anlamlı bulduğumuz her şeye inancımız çok çabuk tükenebilir. İnsan ne kadar çok kişiyi ikna ederse, o kadar güç kazanır.

Bazı insanların, ürünlerin büyük başarı kazanması, diğerlerininse bunu başaramaması insanda bazı insanların, onların ürünlerinin daha değerli, anlamlı olduğu kanısı uyandırıyor. Sanki o zamanın, o yerin mutlak bir gerçekliği varmış ve bu insanlar onu anlamaya herkesten daha çok yaklaşmışlar. Onu anlattıklarında dinleyenler tanıyorlar her gün görüp, içinde yaşayıp farketmedikleri gerçeği, şaşırıp gülümsüyorlar. Tarifini gördüklerinde gerçeği, gerçeği gördüklerinde tarifini hatırlıyorlar. Sanki mutlak bir güzellik varmış, pek çok insanın duyunca, görünce, hissedince tanıdığı. Bazen bir şarkı, bir şiir pek çok insanın içinde bir yere dokunuyor. Aşık olmanın gerçeği, kadın olmanın gerçeği, şu anda yaşamanın, Türk olmanın, İstanbul'u sevmenin gerçeği. Bu da hepimizin içinde aynı şeylerin olduğunu göstermez mi, benzer tecrübelerin anılarını, tortularını taşıdığımızı, birbirimize benzediğimizi? Belki de hepimizin içinde gerçeğin, Tanrı'nın bir parçası var, saf bir zerrecik, kendi gibi bir zerrecik gördüğünde onu tanıyor, hatırlıyor. Eğer böyle mutlak bir gerçeklik varsa, buna ulaşmanın yolu insanın samimi ve dürüst olmasıdır herhalde, en başta da kendisine.

Peki bir fikir diğerinden değerli mi? Gerçeği kendi dünya görüşünün, içinde bulunduğu çemberin, kendine miras kalan ve o ana kadar oluşturduğu fikirlerin merceğiyle değil, olduğu gibi görmeye çalışan, düşünen, yeni gördüklerine, farkettiklerine göre fikrini değiştirmeye hazır, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna böyle karar veren birinin fikirleri, diğerlerinden daha değerli olmalı. Böyle bir gerçek var mı, varsa da bilinebilir mi? Bence bizim inanmak istediğimizden çok daha karmaşık, dinamik, tutarsız da olsa, bir gerçeklik var. Onu bütün haksızlıklarıyla, tutarsızlıklarıyla, karmaşıklığıyla anlamaya çalışmak, tüm zorluğuna ve rahatsızlığına rağmen değerli bir çaba. Başımıza ne geliyorsa sonuçlarını bilemediğimiz, bilmeye çalışmadığımız, neleri etkilediğini, nelerden etkilendiğini anlamadığımız şeyleri yapmaya devam etmemizden gelmiyor mu? Başımıza bu ekonomik krizi böyle sarmadık mı? Herkes işini yaptı, yaptığının ne anlama geldiğini düşünmeden. Kaynaklarını bilinçsizce harcadığımız dünyadaki dengeleri böyle bozmuyor muyuz? Çünkü resmin bütününü görmeye çalışmak için yeterli sabrımız yok. Çünkü gerçek bizi rahatsız edecek, tutarsızlıklar, haksızlıklar kafamızı karıştıracak, inançlarımız sarsılacak, değerlerimiz alt üst olacak. Farkedersek bir şeyler yapmak zorunda hissedeceğiz, sorumluluk duyacağız. Bilmek, sorumluluk duymak boynumuza yeni bir halka gibi. Herkes bilir ki safça, suçluluk duygularıyla bir çemberi değiştirmeye çalışmak kendilerinin, sevdiklerinin, bazı durumlarda da kurtarmaya çalıştıklarının hayatlarını mahvetmekten başka bir işe yaramaz. O yüzden böylesi daha iyi, bilmemek daha iyi. Onu görmezden gelmeye, unutmaya çalışalım. Rahatımız bozulmasın.

Hele adaleti sağlaması için güvendiğimiz bir savcı, bir yargıç gerçeğe bir ideolojiyle, kinle, gücün keyfiyetiyle islenmiş gözlüklerle bakıyorsa? Polis, asker baştan taraflıysa? Hem haksızlık yapıyor, hem bu haksızlığı hakkı görüyorsa? Haklı olmayı hakkı sanıyorsa? Gerçeği, haklılığımızı, suçsuzluğumuzu ne kadar anlatırsak anlatalım, faydası olmayacaksa?

Aslında bizim sorunumuz, suçluluk duygusu biraz. İstiyoruz ki kimse bir şey kaçırmış olmasın hayatında, her şey olması gerektiği gibi olmuş olsun. Herkes olması gerektiği çemberde, herkes mutlu, biz anlayamasak da onlar öyle mutlu. Kimseyi yargılamamıza gerek yok, korkmaya da gerek yok, suçlu hissetmeye de. Bir kimse diğerinden üstün, şanslı değil. Mahallelerde, dar, pis sokaklarda, meydanlarda, kahvehanelerde ve çarşılarda, eskilikten ve bakımsızlıktan dökülen evlerde, esnaf lokantalarında, hastanelerde ve okullarda, yaşam akıp gidiyor. Slumdog Millionaire gibi filmlere, Salman Rushdie ve Zadie Smith’in kitaplarına, mahalle hayatının anlatıldığı Türk dizilerine bakacak olursak, o yaşam kavgasının sürüp gittiği renkli ve neşeli yerlerde hayatın nabzı, şehirlerin daha zengin, her türlü tatsızlıktan ve rahatsızlıktan kendini korumaya çalışan yerlerine kıyasla daha bir tutkuyla atıyor. Gerçek hayat belki de o, biz kendimizi ondan korumaya çalışıyoruz.

Bizim, bizim gibilerin gerçeği görmezden gelme yolumuz belki de bu. O mahalle dizileri, batılı orta sınıfa hitap eden kitaplar ve filmler, inanmak hoşumuza gideceği için servis edilen renkli, canlı birer hayalden ibaret belki de. Suçluluk duymayı bırak, neredeyse özeneceğiz o renkli, canlı, hiç bir şeyin kolay elde edilmediği hayatlara. Bizim güvenlik, yarını bilmek, kendimizi tehlikelerden korumak uğruna kaçırdığımız hayat parçacığı işte orada. Bunların içinde ne kadar gerçeklik payı olduğunu hiç bilemeyeceğiz, çünkü biz onlar değiliz. Neler yaşadıklarını, yaşadıkları karşısında neler hissettiklerini, kin mi güttüklerini, tevekkülle mi karşıladıklarını bilemeyeceğiz. Bizim gibi "aydınlanmış" tiplerin kendilerinden şanssız gördükleri zavallıları fakirliklerinden ve içine düştükleri karanlıktan kurtarma denemelerinden hiç biri başarıya ulaşmadı henüz. İnsanları neyin mutlu edeceğine dair varsayımlarımız hep yanlış çıktı. Bu demek değil ki bir gerçeklik yok ortada anlaşılması gereken. Tek söylediğim bizim bu gerçekliği anlamak için yeterince çaba göstermediğimiz. Hiç sorduk mu onlara ne istediklerini, aralarında yaşamaya, onları gerçekten anlamaya çalıştık mı? Bir an kafamızı çemberin dışına çıkarmadan onları değiştirmeyi denedik. Belki onlar, bizim onların istemeleri gerektiğini düşündüğümüz şeyi istemiyorlar. Belki asıl bazı şeylerin bilincinde, farkında olmayan, karanlıktan çıkmamakta direnen bizleriz.

***

No comments: