Monday, December 31, 2012

Tepenin ardı

İnsanların bize düşmanca davrandığını düşünmemizin sebebi, kendimizle ilgili algılarımızın yanlışlığıdır. Ya zayıflıklarımızı büyütür, bir kötümserliğe kapılarak alınganlık yaparız, ya da kendi hatalarımızı görmez, başımıza gelen talihsizliklerin suçunu kötü niyetli olduğunu düşündüğümüz başkalarına atarız. İki durumda da kendimizle ilgili yanlış fikirlerimiz, dünyayı algılayışımızı belirleyen kirli birer mercek işlevi görür. Başkalarıyla ilgili edindiğimiz önyargılar, kendi gerçekliğimize dair daha sağlıklı bir fikir edinmemizi büsbütün engeller. Algılardaki çarpıklığın yol açabileceği felaketleri ikili ilişkilerde de gözlemleyebiliriz, çoğunluk-azınlık ilişkilerinde de, toplumlar ve ülkeler arasındaki ilişkilerde de. Nice kavganın, savaşın, katliamın sorumlusu, bu gibi yanlış anlamalardır. Kabahati yanlış anlayanda aramak gerekir.

İlişkileri aslında sınıf ayrılığı yüzünden çürümüş bir grup insanın, başlarına gelenlerden dışarıdakileri sorumlu tutarak nasıl kendi felaketlerini hazırladıklarını çok temiz ve zekice bir senaryoyla anlatıyor Tepenin Ardı. Sinemada kaçırdıysanız DVD'sini mutlaka edinin. 

Sunday, December 30, 2012

Ekümenopolis

Son zamanlarda İstanbul'un merkezi dışına daha sık çıkmaya başladığımdan şehrin boyutları ve uydu kentlerdeki yaşam tarzı ile ilgili fikir ediniyorum. Her gün evleri ve işleri arasında uzun bir mesafe katetmek zorunda olanlar tabii ki İstanbul'un gerçeklerine benden çok daha vakıftır. İmre Azem'in şehrin genişlemesini ve değişimini anlattığı filmi Ekümenopolis, şehrin çilesini çeksin çekmesin İstanbul'da yaşayan herkesi ilgilendiriyor. 

David Harvey'nin Marksizm'den yola çıkan analizine göre kapitalizmin sürdürülebilmesi için, kayıtdışı ve kayıtiçi yollardan biriken sermayenin karlı alanlara yatırılabilmesi gereklidir. Sanayi sektörlerinde kar marjlarının gittikçe düştüğü bir ortamda, oluşturulan yeni istek, ihtiyaç ve beklentilerle beslenen gayrimenkul sektörü çok cazip bir seçenek olarak ortaya çıktı. Bir yandan eski ve dökülmüş mahalleler yeni cazibe merkezlerine dönüştürülürken, diğer yandan her sınıftan insan için insaniliği tartışmalı yeni mahalleler kuruluyor. Yeni projeleri besleyecek yollar yapılıyor, yeni yolların etrafında yeni projeler yükseliyor. Dönüşüm geçirip pahalılanan mahallelerin eski sakinleri sosyal hayatları, iş koşulları ve gelir durumları hiçe sayılarak şehrin başka yerlerine göç etmek zorunda bırakılıyor. Bütün bunlar olurken yeşil alanlar, orman alanları yok ediliyor, temiz su kaynakları tüketiliyor. Ülkemizdeki vahşi kapitalizm ortamında deprem için yapılması gereken kentsel dönüşüm bile büyük bir rant kapısı haline geliyor.

Üçüncü köprü ve kentsel dönüşüm projeleri hükümetimiz tarafından hiçbir tartışmaya mahal bırakmayan mutlak doğrular olarak sunulsa da, mevcut kalkınma modelinin kısa vadeli insani ve daha uzun vadeli çevresel sonuçlarını görmezden gelmemek gerekiyor. Hükümetin ve hükümetin desteklediği sermaye gruplarının hiçbir yaptığının kontrol edilemediği demokrasimizde bu akıntıya karşı gelmek çok zor görünüyor. Keşke bu kadar bencil, kör ve aptal olmasaydık.

Toplumsal cesaret

Cesaretin üçüncü çeşidi de yukarıda açıkladığım duygusuzluğun karşıtıdır; bunu toplumsal cesaret olarak adlandırıyorum. Toplumsal cesaret diğer insani varlıklarla ilişkiye girme cesaretidir – kişinin anlamlı bir yakınlık kurma umuduyla tehlikeye atılabilme yetisi. Kişinin kendini, artan bir açıklığı talep eden bir ilişkiye, belli bir zaman süresi içinde yatırabilme cesaretidir.

Yakınlık cesaret gerektirir, çünkü risk kaçınılmazdır. İlişkinin bize nasıl etki edeceğini daha baştan bilemeyiz. Kimyasal bir etkileşim gibi birimiz değişirse, ikimiz de değişeceğiz. Kendimizi gerçekleştirirken gelişecek mi, yoksa yıkılacak mıyız? Emin olabildiğimiz tek şey, eğer kendimizi ilişkiye, iyisine kötüsüne, tüm varlığımızla bırakırsak bundan etkilenmeksizin çıkamayacağımızdır.


Otantik yakınlık için gereken cesaretin kamçılanmasına engel olmak için günümüzün yaygın bir pratiği sorunu gövdeye kaydırmak, onu basit bir fiziksel cesaret haline getirmektir. Toplumumuzda fiziksel soyunma, ruhsal ya da tinsel soyunmadan daha kolay – gövdemizi paylaşmak, daha kişisel olduğu hissedilen ve paylaşılmasının bizi daha zedelenebilir kıldığını denediğimi fantezilerimizi, umutlarımızı, korkularımızı ve arzularımızı paylaşmaktan daha kolay. Tuhaf nedenlerle en çok önem taşıyan şeyleri paylaşmakta utangacız. Böylece insanlar, bir ilişkinin daha “tehlikeli” olan yapısından kurtulmak için hemen yatağa atlayarak kısa-devre yapıyorlar. Ne de olsa gövde bir nesnedir ve ona mekanik davranılabilir.
Oysa ki fiziksel düzeyde başlayan ve kalan yakınlık otantikliğini yitirmeye eğilimlidir ve az sonra kendimizi boşluktan kaçar buluruz. Otantik toplumsal cesaret, kişiliğin birçok düzeyinde aynı anda yakınlık gerektirir. Kişi ancak bunu yaparak kişisel yabancılaşmayı yenebilir. Hiç şüphesiz yeni insanların karşılaşması beklentinin coşkusuyla birlikte bir kaygı çarpıntısını da getirir; ve ilişkinin derinliğine indikçe her yeni derinlik yeni coşkular ve kaygıları da beraberinde getirecektir. Her karşılaşma, bizi bekleyen bilinmeyen bir kaderin habercisi olabileceği gibi, diğer kişiyi otantik biçimde tanımanın heyecan verici tadına doğru bir uyarıcı da olabilir.


Toplumsal cesaret iki değişik tür korkunun yüz yüze gelmesini gerektirir. Bunlar ilk psikanalistlerden Otto Rank tarafından çok güzel anlatılmışlardır. Bu, özerk-olarak-yaşama-korkusudur, kendini terk edilmiş bulmak korkusu, bir başkasına dayanma gereksinimi. Bu korku, kişinin kendini, ilişkiye girilebilecek bir benliği kalmayana dek bir ilişkiye fırlatma gereksiniminde kendini gösterir. Kişi gerçekte sevdiğinin bir yansısı haline gelir – eninde sonunda eşini sıkmaya başlar. Bu, Rank’ın anlattığı gibi, kendini-gerçekleştirme korkusudur. Kadın özgürlüğünden kırk yıl önce yaşadığından, Rank, bu çeşit korkunun en tipik olarak kadınlarda bulunduğunu söylemişti. Rank bu korkunun tersini “ölüm korkusu” olarak adlandırdı. Bu, diğer tarafından tümden emilme korkusudur, kendi benliğini ve kendi özerkliğini yitirme korkusu, bağımsızlığının alınıp götürülmesi korkusu. Rank, bu korkunun, çoğunlukla ilişkinin çok yakınlaşması halinde hızlı bir ricatla sıvışıp kaçmak için arka kapıyı aralık tutmayı kollayan erkeklerde yerleşmiş olduğunu söyler.
Gerçekteyse, eğer Rank günümüze kadar yaşamış olsaydı, iki çeşit korkuyla da, şüphesiz ki değişik oranlarda, hem kadınların hem de erkeklerin yüz yüze gelmeleri gerektiğini kabul ederdi. Tüm yaşantımızda bu iki korku arasında salınır dururuz. Aslında bunlar, başkasına ilgi gösteren birini bekleyen kaygı şekilleridir. Eğer kendimizi-gerçekleştirmeye doğru ilerleyeceksek, zorunlu olan bu iki korkuyla yüzleşmek ve kişinin sadece kendisi olmasıyla değil, diğer benliklere katılımıyla da gelişeceğinin farkında olmaktır.


Albert Camus Sürgün ve Krallık’ta bu iki zıt cesaret türünü anlatan bir öykü yazmıştı. “Sanatçı İşbaşında”, karısı ve çocukları için zorlukla ekmek parası bulabilen Parisli fakir bir ressamın öyküsüdür. Sanatçı ölüm döşeğindeyken, en iyi dostu, ressamın üzerinde çalıştığı tabloyu bulur. Tablo, ortasında belirsiz bir biçimde, çok küçük harflerle yazıldığı görülen tek bir sözcük dışında boştur. Sözcük ya solitary olabilir –yalnız olma; kişinin olaylardan uzak durması, derinlerdeki benliğini dinlemesi için gerekli zihin huzurunu koruması- ya da solidary olabilir –“pazar yerinde yaşama”; dayanışma, katılma, ya da Marx’ın deyişiyle kitlelerle özdeşleşme. Karşıt da olsalar, tek başınalık da, dayanışma da, sanatçının sadece kendi çağı için anlamlı olmakla kalmayıp gelecek kuşaklara da seslenecek bir eser yaratması için esastır."

Rollo May, Yaratma Cesareti, sayfa 46-48

Sunday, December 16, 2012

Yağmurlu bir gün

Yaratıcı Yazarlık Atölyesi Ödevi:

Başlangıç ve son kimi zaman aynı noktada buluşur.

Kahramanımız yeni bir şehirde yeni bir hayata başlıyor. Tanıştığı insanlar onu şaşırtıcı bir çabuklukla aralarına alıyorlar. Geçici bir süre için de olsa yalnız olmamanın keyfini çıkaran kahramanımız çok yakın bir gelecekte her şeyin tersine döneceğini biliyor. Daha önce olduğu gibi... Sonra başka bir şehirde yeniden başlayacağını da biliyor... Buna rağmen içinde bir umut var.

Bu kahramanın öyküsünü yazarak onun kaderini değiştirebilir misiniz?
1.
Kapıyı açıp da kararsızca yağan yağmurla, ıslak sokakla karşılaşınca şemsiyemi evde bıraktığımı farkettim. Zaten geç kaldığım için bu durum bir an dünyanın sonu gibi geldi. Bu hep başıma geliyordu; o kadar aceleyle hazırlanıyordum, aklımda unutmamam gereken o kadar çok şey oluyordu ki, şemsiyeyi hep unutuyordum. Yukarı koşup ayakkabılarımı çıkarmamak için upuzun bir adım atarak şemsiyeye uzandım.
Sokakta hızlı hızlı yürümeye başladım. Sokaktaki tek renk inşaat halindeki iki binada çalışan işçilerin üzerindeki fosforlu yeleklerle sokağın sonundaki binaların balkonlarından, sokak lambalarının direklerinden sarkan çiçeklerdi. İskelelerin altından geçip sola döndüm: Şarapevi, güzellik salonu, kuru temizlemecim. Buradan da ilk sağa dönülüyordu ve bu yolun ana caddeyle kesiştiği köşede Baker Street istasyonu vardı. Sokaktaki nalburların, galerilerin, küçük otellerin önünden koşar adım geçiyordum. Daha şimdiden alnımda, sırtımda, koltukaltlarımda bir ter buğusunun oluştuğunu hissediyor, bugünün, bütün bir günün bu hisle nasıl geçeceğini kara kara düşünüyordum. Yağmurla karşılaşınca duraklayıp şemsiyelerini açmaya çalışan insanların arasından aşağıya indim. Çantamın içinden cüzdanımı çıkarıp turnikenin yanındaki okuyucuya uzattım. Turnike neşeli bir ses verip yeşile döneceği yerde bozuk bir zöööt sesi çıkardı. Tekrar denedim, değişen bir şey yok. Kartımın kredisi bitmişti ve yeni kredi yükleyebileceğim makineler caddenin öte yanındaydı. Yüzümden ateş çıkıyordu artık; yağmurluğumun altında gömleğimin, ayakkabılarımın içinde çoraplarımın ıslaklığını hissedebiliyordum. Söylene söylene  şemsiyelerini kapatmaya çalışan insanların arasından yeryüzüne çıktım. Yağmur biraz daha hızlanmıştı sanki, kırmızı ışıkta bekleyen araçlar hareket etmek üzereydi. Hiç sevmediğim halde alt geçitten geçmeye karar verdim. Alt geçitte su birikintileri, keskin bir sidik kokusu ve yere serdiği kartonların üzerine yığdığı bir sürü çanta ve torbanın arasında kendinden geçmiş gibi duran evsiz bir adam vardı, tam ben geçerken homurdandı. İstemeden adımlarımı hızlandırdım.
Platform da, trenler de o kadar kalabalıktı ki öbek öbek insan arasından ancak ikinci trene binebildim. Camlar buğulanmış, su damlaları buğunun içinde yollar yapmıştı. Kayan kapılar arkamdan zar zor kapandı. Vagonun sıcak, nemli havasında değil kıpırdanmak, soluk alıp vermek bile güçtü. Tren gıcırtılar içinde yavaşlıyor, sık sık tünellerde duruyor, sonsuzluk gibi gelen birkaç dakika sonra yola devam ediyordu. Acele etmenin faydası yoktu, teslim olmuştum. Ne yağmurluğumu çıkardım, ne de çantamdan kitabımı. Kapıya yaslanmış halde etrafıma bakmaya başladım. Koltuklarda oturmuş ya da demirlere tutunmuş gazete okuyan, cep telefonlarıyla uğraşan, benim gibi kıpırdayacak yeri olmadığı için gözleri koltukların üzerindeki reklamlara takılmış, gövdesi bir yerlere asılmış ya da yaslanmış duran insanlara baktım. Bütün bu yaptıklarımızda, koşturmacamızda hiç bir mana göremedim. Acaba onlar görebiliyorlar mı, arıyorlar mı diye merak ettim. Belki de şu vagondaki herkesin kafasının içinde binbir tilki dolaşıyordu da, gizli ajanlar gibi hiç birimiz belli etmiyorduk.
Vazgeçmedim, düşünmeye devam ettim. Şu vagondakiler, platformlardakiler ve sokaktakiler, hepimiz aynı gemideydik. Yapabileceğimiz tek şey birbirimizin, birilerinin hayatını kolaylaştırmak olabilirdi. Bana anlamlı gelen tek ihtimal bu oldu.
2.

Kız Kulesi manzaralı toplantı odasının önünde iki sekreter oturur. Elimde çantam, şemsiyem, binaya giriş kartım, üzerimde iri yağmur damlalarıyla lekelenmiş pardesüm, ter ve yağmurdan sönüp başıma yapışmış saçlarımla kapıdan girince acıyarak baktılar. Bu görüntüye alışkındılar. Daha görmüş geçirmiş olanı eliyle bir işaret yapıp yanına çağırdı.
“Elindekileri bırak istersen,” dedi.
Tabii ya der gibi hak verdim. Şemsiyemi, pardesümü onlara verdim. Çantamın içinden küçük not defterimle kartlarımı çıkardım, ama kalem bulamadım. Bana kalem verdiler. Genç olanı  teklifsizce ufak, sarı plastik çerçeveli bir el aynası uzattı. Yüzüme gözüme baktım, kaşlarımı düzelttim. Biraz da onları memnun etmek için abartılı hareketlerle ceketimi çekiştirdim, hafifçe yana dönmüş eteğimi çevirdim. Memnun olup gülümsediler.
Gözlerimin toplantı odasının karanlığına alışması vakit aldı. Jaluziler indirilmişti, dışarının gri ışığı içeriye ancak parlak şeritler halinde girebiliyordu. Şirketimizin ortakları Selim ile Ahmet Beyler sırtları kapıya dönük oturmuşlar, geniş pencerelerin önünde oturan misafirlerimizin yüzlerini ise karanlıkta seçmek kolay değil. Patronlarıma selam verip misafirlere yöneldim, yerlerinden doğruldular. İki genç adam; birisi ufak tefek, küçük kare suratlı, renkli gözlü, diğeri daha iri yarı, kel ve yüzünde öbürüne kıyasla saf bir ifade var. El sıkışıp kart değiş tokuş ederken en sevimli gülümsememi takındım.
Toplantı masalarında önemli olan genelde kimin haklı, kimin haksız olduğu değil, kimin güçlü, kimin güçsüz olduğudur. Karşımızda oturan çocuklar haklıydılar, yazdığımız raporda onların bankalarından bahsetmeyip halihazırda müşterimiz olan rakiplerine övgüler sıralamamız pek hakkaniyetli olmamıştı. Ama telefonda bana en kurumsal sesiyle yaptığımız yanlışı telafi etmek zorunda olduğumuzu söyleyen adam, şimdi karşımızda süt dökmüş kedi gibi oturuyordu. Endişeye mahal yoktu.
“Nereden buldun bilgileri sen Pelinciğim? “ diye konuya girdi Selim Bey.
“Aslında ben değil, asistan arkadaşımız bulmuştu. Kendisi ayrıldı ama ayrılmadan önce bütün kaynaklarını bir dosyada toplayıp bize bıraktı. İtimat Bankası’nın yayınladığı bilgiler herhalde bunlar…”
“Bak iyi araştırma yapmıyoruz. Bereket Bankası’nın da raporlarına bakmak lazım. Ama beyler, şimdi siz hazır buradayken bize biraz kendinizden bahsedin.”
Beni telefonda azarlayan Kağan Buğra bey sanki iş mülakatındaymış gibi anlatmaya koyuldu. Basında gördüğümüz en önemli projelerin finansmanını onlar sağlıyorlarmış. Bazı verilere göre lider kendileriymiş, bazı verilere göre İtimat Bankası. Selim Bey bir el hareketiyle çocuğu susturdu.
“Bakın, ben şimdi bu piyasada bir boşluk, bir ihtiyaç görüyorum. Güvenilir veri yok. Gelin biz bir rapor yayınlayalım. Sizden rakamlarınızı alalım, İtimat’tan alalım, diğerlerinden alalım…”
Kel çocuk ta göğsünden yükselir gibi görünen bir heyecanla gülümsedi.
“Bilemezsiniz bu bizim için ne kadar önemli,” dedi. “Biz kendimizi anlatmaya çalışıyoruz ama sizin gibi bağımsız bir kuruluşun yayını çok faydalı olacaktır.”
Bu çocuğun işvereni bu gönülden bağlılığı hangi prim paketiyle, hangi yan haklarla elde etti acaba? Bana kalırsa işin sırrı işverende değil, şu çocuklarda. Profesyonellik performans göstermekle, rol yapmakla alakalıdır. Ama bu aslında sadece asgari standartların sağlanmasına yönelik bir son çaredir. Elbette her işveren çalışanlarının içten gelen bir coşku ve bağlılıkla çalışmasını tercih eder.
“Şu son zamanlarda çeşitli konferanslara katılıyorum. Fırsattan istifade onlardan da biraz bahsedeyim…” Selim Bey konuyu değiştirmişti. “Stirling Bankası’nın sunumlarına rastlıyorum. Çok ilerici projelerden bahsediyorlar. Akıllı şehir konsepti mesela… Önümüzdeki yirmi yıl içinde şehirlerde yaşayan nüfus çok daha artacak. İnsanlar kendi elektriklerini kendileri üretecek, şebekeye satacak. Sizin bu alanda çalışmalarınız var mı?”
“Biraz erken Türkiye’de bunları konuşmak için…”
“Hayır, hayır, öyle demeyin. Dünyayı takip etmek, bu konulara kafa yormak çok önemli…” 

3.
Her yanı camla kaplı restoran ufak bir meydana bakıyor. Biz gelirken yağmur durmuştu, şemsiye açmamıza gerek kalmadı. Şimdi tekrar çiselemeye başladı. Öğle arasına çıkmış insanlar hızlı hızlı geçiyorlar şimdi. Karşımdaki adam aynı Abdülcanbaz gibi köşeli bir insan. Yüzü köşeli, siyah takım elbisesi içindeki vücudu köşeli, hareketleri keskin ve köşeli. Kucağından mendilini alıp ağzını sildi, mendili masaya koydu, halinden memnun bir gülümsemeyle sandalyesinde kaykıldı.
“Ben sana kartvizitimi vermiş miydim?” dedi elini cebine atarak. Cüzdanından bir kartvizit çıkardı. “Bak ş harfini s diye yazmışlardı. Hepsini geri gönderdim, yeniden bastılar.”
“Çok şıkmış. Bu pütürlü kağıtlar güzel oluyor. Benim yanımda yok maalesef.” Cüzdanıma koydum kartviziti.
Kısa bir sessizlik oldu. Ben hala balığımı ve haşlanmış patateslerimi yiyordum.
“Geçenlerde bir filme gittim, Köprüdekiler diye, film festivalinde.”
“Aa, ben de gittim ona,” dedim sınavda bildiği yerden soru çıkan öğrencinin mutlu heyecanıyla.
“Beğendin mi?”
“Evet, fena değildi.”
“Hiçbir şeyden rahatsız olmadın mı?”
Düşündüm biraz. “Çocukların hayatlarını iyileştirmek için hiçbir şansları yoktu. Çaresizlikleri moral bozucuydu.”
“Ben neden rahatsız oldum biliyor musun? Dakikalarca Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını gösterdiler. Geçit törenini, havai fişekleri. Sanki gereksiz bir şeymiş, şikayet ediyorlar. Karakterler de bir kenardan seyrediyor. Alın size cumhuriyetiniz der gibi.”
“Belki de o parıltıyla fakirliğin zıtlığını göstermek istemişlerdir.”
“Başka parıltı bulamamışlar mı? Her milletin böyle kutlamaları vardır.”
Bir şey demedim. Yine kısa bir sessizlik oldu. Mendilimi masaya koydum ben de, suyumdan bir yudum aldım, camdan dışarı baktım.
“Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musun?”
“Ne? Ben mi? Daha yeni oturma izni aldım.”
“Ben önümüzdeki yaz dönmeyi planlıyorum.” 

4.
Meyhanenin önünde oturanlar elimde kırık şemsiyem, topuklu botlarımla daha yeni kazılmış sokağın taşı, çamuru ve su birikintileri içindeki halime bakıp dostça gülümsediler. Şemsiyemi güç bela kapatıp doğruca terasa çıktım. Arkadaşlarım oturmuşlar, ısmarladıkları mezelerden atıştırıyorlardı. Teras çepeçevre açıktı ama etrafımızdaki sobalar ortalığı kavurmuştu. Montumu çıkarırken heyecanla neden geç kaldığımı anlattım: İşten geç çıkabilmiş, Beşiktaş’ta uzunca süre taksi bulamamış, Nişantaşı’na çıkan hayırsever bir hanımın taksisine binmiş, kadın indikten sonra aynı hayırseverliği bu sefer Kurtuluş’a giden genç bir kız için göstermek zorunda kalmış, en sonunda Tarlabaşı üzerinden Odakule’ye vasıl olabilmiştim. Çok zaman kaybetmiş, yemeğe geç kalmıştım, ama hiç değilse yeni yerler görmüş, tanımadığım insanlarla dayanışmanın tadına varmıştım. Meğer taksi dolmuşçuluk taksicilerin yağmurlu havalarda insanları kazıklamak için kullandığı bilindik bir yöntemmiş.

Arkadaşlarım doğma büyüme İstanbullu. Nilay doktora araştırması için gidip geliyor, Yavuz da tatile gelmiş. Taşındığımdan beri ilk defa hep bir araya gelebildik.
Biraz yiyip içtikten sonra Nilay yeşil gözlerini gözlerime dikip sordu: “Hani senin bir çocuk vardı, Murat mıydı neydi adı, ona ne oldu? Görüşüyor musunuz?”
“Tek tük görüşüyoruz ama son bir aydır görüşmedik…”
“Ne zaman buluşsak aynı hikaye,” dedi Yavuz. “Bırak bu adamı artık, vazgeç… Senin sorunun ne biliyor musun? Çok açık sözlüsün, sabırsızsın. İnsan öyle her şeyi pat diye söylememeli, kendini yavaş yavaş sevdirmeli. Biraz ‘subtle’ olman lazım.”
Nilay’ın sevgilisi Serkan’la pek samimi değildim, onun önünde böyle masaya yatırılmak utandırdı, kızdırdı beni. Hem insanın kendini sevdirmeye çalışması bayağı bir çabaydı. Cevap yetiştirmeye çalışmak da. Sarhoş olmaya başlamıştım, düşüncelerimi toparlayamadım.
“Amaaan,” dedim, “rakı sofrasına meze yaptınız beni. Bırakın artık.” 

5.
Haftaiçleri geç saatte eve dönerken sokaklar, tren, istasyonlar tenha olurdu. Hava soğuktu, her yer rutubet kokuyordu. Hem sarhoş, hem de çok yorgundum. Trende kitabımı açıp okur gibi yaptım ama dikkatimi veremedim, uyukladım. Trenden inince ne kadar sarhoş olursam olayım birden ayılır, eve kadar hızlı, kararlı adımlarla yürürdüm.

Bu saatte sadece istasyonun ana girişi açık olurdu. Girişteki büfenin kepengi indirilmişti, evsiz bir adam köpeğiyle oturuyordu. Bu yağmurda, soğukta nasıl hayatta kalabiliyordu? Evine dönmeye çalışan saçı yağlanmış, yüzü sararıp solmuş profesyoneller olurdu bu saatte, fosforlu yelekleriyle metro çalışanları, gürültücü sarhoş adamlar, bu soğukta bile etli bacaklarına giydikleri mini eteklerinden, topuklu ayakkabılarından vazgeçmeyen genç kadınlar. Geniş caddeden geçmek için trafik ışıklarında bekledim. Soğuktan gözlerim sulandı, arabaların farlarını bir an çift gördüm. Işık yanınca karşıya geçtim, sokağıma saptım. Sokaktaki nalburların, galerilerin, küçük otellerin önünden koşar adım yürüdüm. Benden başka kimse yoktu, sokak ıslaktı, ışıl ışıl parlıyordu. Direklere asılı saksılardan sular damlıyordu.
Yürürken düşündüm: Bu yorgunluk niyeydi? Bu böyle tek başıma yürüdüğüm kaçıncı geceydi?
Belki de ben artık eve dönmeliydim, yeni bir hayat kurmalıydım.

***

World Energy Outlook 2012'den Notlar

Enerji piyasalarında gözlenen en önemli trend, ABD, Kanada ve Brezilya'da yeni bulunan konvansiyonel olmayan petrol kaynakları ile Avustralya, ABD ve Çin'de bulunan kaya gazı kaynakları. Bunun yanında derin denizlerde yapılan sondajlar ile de yeni petrol ve gaz sahaları bulunuyor. 

Arama ve üretim yatırımlarını, özellikle gelişmekte olan ülkelerde gittikçe büyüyen petrol ve gaz talebi destekliyor. Çin'de 2011'de 130 milyar metreküp olan doğal gaz talebinin 2035'te 545 milyar metreküpe çıkması öngörülüyor. Çin, Hindistan ve Ortadoğu'da ulaşım gereksinimleriyle birlikte petrol talebi artacak, 2035'te petrol fiyatlarının $125/varil seviyesinde gerçekleşmesi bekleniyor.

Yeni bulunan kaynaklar aynı zamanda ticaret yollarını değiştiriyor: Amerikan kömürü ABD'de doğalgaz fiyatlarının düşmesiyle AB'ye ihraç edilmeye başlanırken, ABD'nin petrol ve gaz ithalatının kesilmesiyle birlikte Ortadoğu petrol ve gazı Asya'ya yönelecek. Yeni kaynakların ve kömürün talebin yüksek olduğu pazarlara ulaşmasını sağlayacak demiryolu, liman, boru hattı, LNG terminali, gaz sıvılaştırma tesisleri gibi projeler ile rafineri projelerine yatırım yapılacak.

Gelişmekte olan ülkelerde üretim kapasitesinin, gelişmiş ülkelerde ise kapasite ile birlikte yenilenebilir enerjinin elektrik üretimindeki payının artması ile birlikte Hindistan, Çin ve Almanya gibi ülkelerde elektrik iletim altyapısına yapılması gereken yatırımlar önem kazanıyor. Ayrıca, AB'de olduğu gibi farklı iletim bölgelerini birbirine bağlamak için yapılan projeler ile akıllı şebeke projeleri önemli miktarda yatırım çekecek.

Her ne kadar konvansiyonel olmayan kaynaklar gündemi işgal etse de, OPEC ülkelerindeki petrol ve doğalgaz üretimi de artmaya devam edecek. Hatta 2020 sonrasında OPEC'in dünya üretimindeki payının %42'den %50'ye çıkması öngörülüyor. World Energy Outlook'ta özellikle Irak'taki üretim potansiyeline dikkat çekiliyor. Ayrıca Irak'ın ekonomisindeki büyümeye paralel olarak elektrik üretimi, iletimi ve dağıtımı için de büyük yatırım yapılması gerekiyor.

World Energy Outlook'ta dikkat çekilen bir başka konu ise enerji verimliliği. Burada önemli olan konu tasarruf edilen enerjinin ölçümü, raporlama zorunlulukları, verimli olmayan teknolojilere karşı regülasyonlar ve verimlilik projeleri için yeni finansman araçlarıgibi politikaların benimsenmesi. Enerji verimliliğini destekleyecek politikalar benimsendiği takdirde binalarda, sanayide, elektrik üretiminde ve ulaşımda enerji verimliliği sağlayacak teknolojilerin tedarikçileri büyük yatırım çekebilir.

Kötülük üzerine

“Schiller'in güzel insanlarında hep böyledir: Son ana dek yüceltirler insanı, son dakikaya dek her şeyi iyiye yorarlar, asla kötülük beklemezler; madalyonun öteki yanını sezinler gibi olsalar bile, söylenmesi gereken sözcüğü kesinlikle söylemezler. Kötüyü düşünmek bile yılgınlığa düşürür onları. Ellerini kollarını sallayarak gerçeği uzaklaştırmaya çalışırlar. Ta ki, yücelttikleri insan burunlarını kırana dek..." Suç ve Ceza, sayfa 57.

(Yaratıcı Yazarlık Atölyesi Egzersizi)
Kötülük çoğu zaman zayıflıktan daha fazlası değildir. Kötüleri anlamaya çalışan insanlar sorarlar kendilerine, bir insan böyle bir kötülüğü nasıl yapabilir diye. Oysa ben kimsenin yaptığı şeye kötülük dediğini görmedim. İnsan bir şeyi yapmak istedi mi, akıl işgüzar küçük bir hizmetçi gibi koşar imdadına, tepsiler içinde bahaneler getirir. İnsan yapmayı istediği şeyin kötülük olmadığına inandırır kendini önce. O bahaneleri buldu mu hiç unutmamalı, onlara inancını kaybetmemeli. Ya da belki büsbütün unutmalı, üzerlerinde hiç düşünmemeli. O zaman en doğrusunu yapmıştım işte, şartlar öyle gerektiriyordu, daha farklı bir karar verilemezdi. Kim olsa aynısını yapardı.
Dışardakiler de kötülüğü gerçek hayatta gördüler mi öyle hemen teşhis edivermeye hazır değiller. Bir de ona sor, kimbilir ne sebepleri vardır derler. Kendini bir onun yerine koy bakalım, daha başka davranabilecek miydin. Helal olsun daha iyisini yapabilene.
Birinin kötü olduğunu, kötülük yaptığını baştan kabul ederek insanın onu anlamaya, yaptığını anlamlandırmaya çalışması en zoru. Belki de kötülüğü anlamlandırmak mümkün olmadığından ona yakın bir şeye başvuruyoruz: Zayıflık.