Monday, February 21, 2011

The Enigma of Capital - 2

"Sermayenin Gizemi"

Sermaye Pazara Çıkıyor
Sermayenin önündeki son engel, bir ürün ya da hizmetin pazara çıkarıldığında alıcı bulup bulamayacağı sorusu. Büyük insan gruplarının isteklerini, ihtiyaçlarını ve arzularını "oluşturmak" için büyük bir çaba harcanıyor. Ancak bunu reklam sektörü tek başına başaramaz. Asıl önemli olan, sürdürülebilmesi için belli bir ürün ve hizmetler topluluğuna gereksinme duyan bir günlük hayatın koşullarının oluşturulmasıdır. Söz konusu olan sadece arabalar, evler, benzin, yollar ve alışveriş merkezleri değil, aynı zamanda çim biçme makinaları, buzdolapları, klimalar, perdeler, mobilyalar, elektronik cihazlar ve tüm bunların bakımıdır. Banliyö hayatı pek çok isteği ihtiyaca dönüştürerek sonsuz sermaye birikimi için alan yaratmıştır. Tüketicinin ruh hali ve güveni, kapitalizmin sürdürülebilmesi için hayati önemdedir.

Düşük maaşlar nedeniyle iç talebin yeterli olmadığı yerde sömürgeleşme gibi yöntemlerle dış pazarları kontrol etmek, talep yaratmak için önemli bir çıkış yolu oldu. Ancak 1970'lerden bu yana bu gittikçe daha zor hale geldi. Artık Çin ekonomisi, Amerika'daki talep sayesinde ayakta duruyor. Talep probleminin bir başka çözümü ise fazla üretimin kapitalistlerce yeniden yatırıma dönüştürülmesi. Yani üretim çalışanların tüketimi, kapitalistlerin kişisel tüketimi ve kapitalistlerin yapacağı yeni yatırımlarda kullanılıyor.

Kapitalistlerin dünün üretimiyle bugünün yatırımını yapabilmeleri için kredi almaları gerek. Yani kredi, sermaye birikiminin ve kapitalizmin devamını sağlamak için anahtar rol oynuyor.
Üretimin yeni yatırımlarda değerlendirilebilmesi için üretimin genişleyebileceği yeni üretim alanlarının mevcut olması gerek. Amerika nasıl İngiltere'den sermaye çektiyse, Çin de Amerika'dan sermaye çekiyor. Bu sermaye de yeni fabrikaların açılması için kullanılıyor. Ancak beklentilerdeki bozulmalar ve kredi sistemindeki krizler sermaye dolaşımını sekteye uğratabilir. Temel sorun, yatırım yapılabilecek yeni alanların kısıtlı oluşudur.

Bu bölümde ve bir önceki bölümde anlatılan bariyerlerin birini atlamak için yapılan bir hamle, sermayenin bir başka bariyere çarpmasına yol açabilir. Maaşların düşüklüğünden kaynaklanan talep problemini çözmek için kredi sistemini yaygınlaştırırsınız, sonra kredi krizi çıkar. Sorun çözülmez, yalnızca yer değiştirir.

Sermaye evrimleşiyor

Harvey bir coğrafi bölgedeki insanlık "faaliyetinin" yedi alanda açıklanabileceğini söylüyor.

Bunlar:

1- Teknolojik gelişme

2- Zihniyet algılamaları

3- Doğayla ilişki

4- Üretim ilişkileri

5- Günlük hayat ve türün çoğalması

6- Sosyal ilişkiler

7- Kurumsal yapı/yönetim kurumları

Harvey diyor ki dünyayı anlamak istiyorsanız bunlardan birinin/bir kaçının diğerlerinin belirleyicisi olduğunu düşünmeyin, bunların hepsi aynı anda birbirlerini etkilemekte, değişmekte, dönüşmektedir. Sermaye de dolaşımı sırasında bu alanların hepsine etki eder. Köklü bir değişimin ortaya çıkabilmesi içinse bu alanların hepsinde değişikliklere ihtiyaç vardır. Birbirinden etkilenerek aynı anda evrimleşen bu değişik alanlar göz önüne alınmazsa, iyi niyetli politikalar bile başarıya ulaşamayabilir. İyi haberse değişimi başlatmak için bir alanın tamamen reforme edilmesini beklemek zorunluluğunun olmayışıdır.

İşin coğrafyası
Peki coğrafyalar arasındaki farkların nedeni nedir? Değişik coğrafyalarda kurulan sistemler neden birbirlerinden farklı gelişiyor? Harvey, Jared Diamond'un Guns, Germs and Steel'de ya da Jeffrey Sachs'in The End of Poverty'de yaptığı gibi coğrafi determinizme ya da devletler arasındaki jeopolitik egemenlik savaşlarına inanmıyor. Bunun yerine, kapitalizmin coğrafi gelişimini anlamak için bazı prensipler öne sürüyor: Birincisi, sermaye birikiminin önündeki coğrafi engellerin aşılması gerek. Büyük mesafeler hızla katedilebilmeli ve büyük alanlara, doğaya, pazarlara hükmedilebilmeli. Sermaye dolaşımının daha büyük alanlara yayılabilmesi ve hızlanabilmesi için özellikle ulaşım ve iletişim alanında pek çok teknolojik yenilik yapıldı. Finans merkezlerini bağlayan ağlar üzerinden bir kaç milisaniye içinde devasa miktarda bilgi ve para akabiliyor.

İkincisi, doğal kaynaklara, üretim araçlarına, ucuz iş gücüne ve tüketici piyasalarına yakınlık, kapitalist için büyük önem taşıyor. Kapitalizm, kapitalistlerin bireysel özgürlüğü ve girişimciliği sayesinde sürdürülebiliyor ve hangi girişimin nerede başarılı olacağını önceden tahmin etmenin imkanı yok. Bir girişim bir bölgede başarılı olduktan sonra onu destekleyecek altyapı ve başka şirketler kuruluyor, ancak onun başarısını başından planlamak bir hayli zor. Bu yüzden değişik coğrafyalarda binlerce deneme yapılıyor ve en uygun coğrafyada yapılmış olanı, başarıya ulaşıyor. Rekabet ve krizler, üretim için hep daha uygun, daha karlı coğrafyalar bulunmasını sağlıyor.

...Devam edecek
Haksızlıkların olduğu bir ülkede yaşamak

Sevdiği, tanıdığı biri faili meçhul cinayete kurban gitmiş, kaybedilmiş ya da haksız yere hapse atılmış biri, hayatının geri kalan kısmını bir bilgi almaya, bir belirsizliği gidermeye, sevdiğini kurtarmaya, o haksızlığı yapanların bulunup cezalandırılmasına adayabilir. Vurulup vurulup yara almayan bir deve sürekli yumruk atar, her yumrukta o devin canını acıtamadığını, sadece kendi canını yaktığını bile bile yumruk atmaya devam eder. Harcadığı o zaman ve enerjiyle çok daha güzel işler yapabilirdi oysa. Yazılar yazabilir, bilimsel çalışmalar yapabilir, şarkılar besteleyebilir, insanların hayatlarını güzelleştirebilirdi. Ama bütün bunlar, bazı ülkeler için lükstür. Haksızlıkları göre göre yaşayamayan insanlar, hayatlarını bir yanlışı doğruya çevirmeye adar.

Haksızlıkları gören insan, onları görmezden gelerek hayatına devam edebilmek için bir çok mazeret bulabilir: Zaten o dev yara almıyordur, onunla savaşmak kendi hayatını riske atmaktan başka bir şey olmayacaktır. Yazıktır bunlarla sinirini bozmak, vaktini harcamak, iktidar sahiplerinin oyunlarına hayatını kurban etmektir! Okulun popüler, cüsseli grubunun laf attığı çocuk gibiyiz: Tahriklere gelmeyelim, onları duymazlıktan gelelim, işimize gücümüze bakalım.

Ama o zaman her şey böyle sürer gider.
4.
Aşk'ın reva görüldüğü kesitleri sıralamak güç değildir: I. Gençler (gençtir, geçer). II. Magazin dünyası (saç rengi değiştirir gibi heyecan odağı değiştirme 'yeti'sine sahip olanların oluşturduğu özel katman). III. Çizgidışı bireyler (Dostoyevski'nin, Nietzche'nin, Sloterdijk'in yüklediği anlam katsayısıyla 'Budala' sınıfına girenler). Patoloji kontenjanını böyle sınırlıyor kontrat, "öteki"leri normal'in çerçevesi içine çağırıyor.

Enis Batur, Haneberduş, sf. 76

Kafayı boşa almayın!

Geçen yaz birisi bana ne kadar mantıklı olduğumu söyledi, hep öyle olmamı salık verdi. O sırada hayatımdaki en mantıksız dönemi yaşadığımdan bu laf sonradan bana çok ironik gözüktü. Sonradan insanın mantığına ne kadar güvenmesi gerektiğini düşündüm. Kuşkusuz mutlu olabilmek için duygusal gereksinimlerimize de bir söz hakkı tanımamız gerekiyordu, ne kadar mantıksız gözükseler de. Asıl böyle yapmak daha mantıklı olurdu. Böyle iyimser ve salak bir şekilde, gene kafayı yokuşaşağı boşa almış düşünürken, şu ulvi hislerin sömürüldüğü bir başka alan geldi aklıma: Dinler de, insanların mantıklarıyla veremediği cevapları vermeyi, onları tehlikelerden korumayı, hayatlarına kısa yoldan bir anlam katmayı vaad etmiyorlar mıydı? Mantığın susturulduğu yerde insan her türlü sömürüye açık hale gelmiyor muydu? Dinler bizi koruyordu, kolluyordu, en çok da şu lanetli özgürlüğümüzden, karşılığında da biat etmemizi istiyorlardı. Evet, duygular sömürülmeye çok açıktı.

İki Pazardır Dr. Alper Hasanoğlu'nun Radikal Hayat'taki yazılarını okuyorum. Bu Pazarki Seküler din aşk, seküler Tanrı maşuk yazısına çok hak verdim. Şöyle diyor Hasanoğlu:

...Animistik düşüncenin anlamını kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkan boşluğu Tanrı düşüncesi doldurdu. Peki Tanrı’dan ne bekleniyordu? İnsana en azından bir korunma ve emniyet hissi vermeliydi Tanrı ve hayata da bir mana. Ama bunun karşılığında onun sözlerine değer vermeli, buyruklarını yerine getirmeliydi. O seven ve cezalandırandı, iyi ve acımasız olandı, adil ve karar verendi. Yani babaydı. Ona bağlanabilmek, insani sınırlılığı aşabilmek demekti.

Ama insanın, ‘ben’inin sınırlarının ötesine geçmesini Tanrı bile sonsuza kadar mümkün kılamadı. Aydınlanmayla birlikte Tanrı da tahtından indirildi ve hükümranlık insanın eline geçti. O andan itibaren her şeyin yapılabilirliğine dair inanç hayata hakim oldu.
* * *
Var olabilmek için yalnızca kendine, kendi yetilerine ve ürettiklerinin gücüne güveniyordu insan. Ama bu tümgüçlülük fantezisi ortaya çıkan varoluşsal boşluğu doldurmuyordu. Devasa ilerlemelere, bütün kazanımlara rağmen insan gün geçtikçe daha çok çaresizlik, korku ve tek başınalık duyguları altında ezilip acı çekiyordu.

Varoluşun manası ‘Sen’
Bu kaybolmuşluk duygusu içinde insanın en önemli hedefi, başka bir insanla birleşebilmek, onunla bir olabilmek olarak tezahür ediyordu. Belki de Öteki‘yle sınırlardan kurtulmak mümkün olabilirdi. “Bu dünyada kendimi yücelmiş hissedemeyeceksem, hiç olmazsa sende yüceleyim, seninle yüceleyim.“ Böylece özne olarak “Sen“ varoluşun manası olmaya başladı. Aşkın bu romantik tasavvuru sayesinde insan tekrar kendini merkeze koymaktan vazgeçiyor ve kendi sınırlılığını aşabilmek için ‘kutsal’ bir varlığa yöneliyordu.

Böyle baktığımızda insanın bütün mantıkdışılığına rağmen niçin ötekine sımsıkı bağlı kalmaya çabaladığını, maşuktan kaynaklanan hayal kırıklıklarının neden bu kadar derin yaralar açtığını ve buna rağmen neden yine ve yine denemeye devam ettiğini anlayabiliyoruz.

Kaybolup giden Allah aşkının seküler tezahürü olan insana duyulan aşk, ilişkide maşukla bir olma hali, o büyük güvencenin tekrar yerine konabilmesi olasılığı, bizi Frankl’ın tarif ettiği varoluşsal vakumdan koruyabilecek yegane şeymiş gibi görülüyor. Maşuk seküler Tanrımız oluyor böylece. Günümüz modern yaşamı kendine yetmeyen, anne-babanın yardımı olmadan uzun süre hayatta kalmayı bile başaramayan insan tekinin doğal olarak var olan yetersizlik duygusunun daha da pekişip narsistik bir yapının ortaya çıkmasını kolaylaştırır. Ben bu durumda Adler’in “toplumsallık duygusunun” önemli bir alternatif olabileceğini düşünüyorum.

Toplumsal bir varlık olarak içinde bulunduğumuz toplulukla özdeşleşebilmeyi, o topluluk için bir şeyler yapabilmeyi tekrar keşfedersek seküler Tanrımız maşuka bu kadar çok anlam yüklemekten sıyrılıp kendimizi daha özgür hissetmemize olanak sağlayacak, daha az bağımlı, daha az korku dolu bir ilişki yaşama şansına kavuşabiliriz. Böylece Fromm’un dediği gibi maşuku Tanrı konumundan insan konumuna indirip şunu deme şansına kavuşuruz: “Seni sevdiğim için sana ihtiyacım var. Bir yaradana, beni sınırlılığımdan çıkaracak bir güce ihtiyacım olduğu için seviyor değilim seni."


Hasanoğlu geçen hafta da Erkekliğin Krizi yazısında şöyle diyordu:

Bu hafta Alman haber dergisi Focus’ta erkekliğin yıllar içinde ne yönde değiştiğine dair bir araştırma yayımlandı. Günümüzde kadın 1970’li yıllardan farklı olarak erkeğin para kazanmasının yanında, evde çocuğa bakmasını da istiyor. Ayrıca erkek tarafından korunmayı ve iş hayatında desteklenmeyi talep ediyor. Günlük hayatın süpermeni olmasını istiyor erkekten. Oysa 1970’lerin ortalarına kadar erkeğin kimlik tanımı oldukça basitti ve bu da oryantasyon kolaylığı sağlıyordu. Ailesini besleyen, koruyan, emniyet ve güveni sağlayan taraftı erkek.

Son 30 yıl kadının başkaldırısı ve özgürleşmesiyle geçti, erkek de bu durumu şaşkın şaşkın izlemekten başka bir şey yapmadı. Şimdi de toplumdaki yerini ve rolünü yitirmiş olmanın telaşıyla ne yapacağını bilemiyor. Maço mu olsun, yumuşak mı, kariyer peşinde mi koşsun yoksa iyi bir ev erkeği mi olsun? Kadın hepsi olsun istiyor ve bir zamanlar bilgeliği, gücü temsil eden erkek bugün savaş düşkünü ve çocuk tacizcisi olarak görülüyor. Erkek artık kendini nerede, ne olarak konumlayacağını bilemiyor ve kimlik krizi yaşıyor.

...Erkek, uygarlığın temelini oluşturan karşılıklılık ve merhamet duygularını kadınsılıkla karıştırıp bilimsel ve teknik alandaki becerileriyle ilişkilerdeki erk kaybını telafi edebileceği yanılgısı içinde. Bu nedenle de kadının arkasından umutsuzca ve bir oğlan çocuğu şımarıklığıyla nefes nefese koşup duruyor.

Olgunlaşmamış bir erkekliğin en büyük takıntısı şudur: “Acıdan kaçmanın tek yolu durmadan galip gelmektir, çünkü zafer duygusunun verdiği güç beni yok olmaktan korur!” Halbuki erkeğin, durmadan üstün gelmenin tek getirisinin ötekinin düşmanlığını pekiştirmek olduğunu görmesinin zamanı çoktan geldi. Mutluluğun güçten geçtiğiyle ilgili yanılgının düzeltilmesi ve ‘Öteki kendini iyi hissederse ben de kendimi iyi hissederim’le yer değiştirmesi gerekiyor.

Kadının erkekten dayanıklılığı öğrendiği kadar, erkeğin de kadından ilişki kurma becerisini ve duyarlılığı öğrenmesi gerek. Erkek kendinden emin olduğu eski günlerine dönmek ve yaşadığı krizi bir şansa çevirmek istiyorsa merhamet ve anlayış duygularını içselleştirmeyi başarmak zorundadır.

Bu ikinci alıntıyı da yapmamın bir sebebi vardı elbet. Hadi itiraf edelim, kendine güvenli, kararlı, mücadeleci erkeklerden hoşlanıyoruz. Kendimizi böyle birinin yanında güvende, daha güçlü hissediyoruz. İlişkinin başında, bu insanın ilişki içinde de bu özellikleri sergileyeceğini, bizi tahakkümü altına almaya çalışacağını öngöremiyoruz, görmezlikten geliyoruz. Sonra o mantıksızlık dalgası geçtiğinde, geri alamayacağımız sözler verdikten, sorumluluklar aldıktan, zaman harcadıktan sonra durumu anlıyoruz ama, artık çok geç olmuştur.

Bütün o baygın filmler, diziler, kitaplar ve şarkılar, o korunaksızlığımızı ve güvenlik arayışımızı sömürmek için. İlişkinin hiç bir anında mantığın şalterini kapatmamak gerekir. Bu demek değildir ki sevgi, paylaşım, dostluk olmayacak, beraber bir şeyler inşa edilmeyecek. Ama insan soğukkanlılığını, bağımsızlığını asla kaybetmemeli.

Tuesday, February 15, 2011

The Enigma of Capital - 1

"Sermayenin Gizemi"

Sonunda ünlü coğrafyacı David Harvey'nin The Enigma of Capital (Sermayenin Gizemi) kitabını bitirebildim. Kitaptaki tespitlerin önemli ve doğru olduğunu düşündüğüm için kısa kısa buraya yazmak istiyorum.

Asıl sorun
Dünya ekonomisinin sağlıklı sayılabilmesi için yılda en az yüzde üç büyümesi gerekiyor. Kapitalistler pazar paylarını kaybetmemek ve ellerindeki sermayenin değer kaybetmesini önlemek için yarattıkları yeni sermayeyi yatırıma dönüştürmek zorundalar. Harvey'e göre kapitalizmin her gün yeniden cevabını vermesi gereken soru, "sermaye fazlasının nasıl kullanılacağı," yani sermaye fazlasının yatırılabileceği yeni karlı alanların nasıl bulunabileceği.

Krizin ortaya çıkışı üzerine...
1970'lerden beri maaşlı çalışanların eli, sermaye sınıfına göre büyük ölçüde zayıfladı. Maaş gelirlerindeki reel artış, sermaye sınıfının gelirlerindeki artışın çok altında kaldı. Bu durumun sebepleri arasında yurtdışından ucuz işçi getirilmesi, iş gücü tasarrufunu sağlayan teknolojilerin gelişimi, sermayenin iş gücünün ucuz olduğu yerlere gidebilmesi var. Gelişen ulaşım ve iletişim ağları ile gümrük vergileri ve kotaların azaltılması bu süreci mümkün kıldı. Dünyanın her yerinde kadınların ve kırsal nüfusun iş gücüne dahil olması da iş gücünün büyümesine ve ucuzlamasına yol açtı. Ana hedefi enflasyonu kontrol etmek olan neoliberal doktrin, çalışanların pazarlık gücünü iyice zayıflatan bir işsiz ordusunun oluşmasının zeminini hazırladı.

Maaşların düşmesi, pazarların daralması tehlikesini de beraberinde getiriyordu. Bunun çaresi de kredileri yaygınlaştırmakta bulundu. Emlak piyasalarında hem arzı, hem talebi finansal kurumlar finanse ve kontrol eder hale geldi. Bankalar kredi risklerini üzerlerinden atacak araçlar geliştirdiler. Değişik ülkelerin bankacılık sistemleri birbirine bağlandı. Gelişmiş ülkelerde karlı yatırım alanları bulunamadığında, sermaye gelişmekte olan ülkelere yöneldi. IMF, gelişmekte olan ülkelerin ipleri sıkı tutup borçlarını ödeyebilmesi için kuruldu. Ödenmeyen borçların devlet kaynaklarından finanse edilmesi, "yatırımcı güveninin" sağlanmasının tek yolu olarak görüldü. Çoğu zaman seçim kampanyalarını da finanse eden yatırımcıları ürkütmek, siyasetçilerin en büyük korkusu haline geldi.

Sermaye sınıfı sadece üretime yatırım yapsa belki bunun istihdamı artıracağı ve gelirin alt sınıflara "damlayacağı" varsayılabilirdi. Oysa sanayide yoğun rekabet sonucu düşen kar marjlarının etkisiyle sermaye sahipleri spekülatif şekilde varlıklara, yani borsaya, emlağa, emtia piyasalarına ve sanata yatırım yapmaya başladı. Özelleştirmeler de önemli ölçüde yatırım çekti ve yeni milyarderler yarattı. Yeni yatırım kanalları oluşturabilmek için karmaşık finansal araçlar icat edildi ve finans sistemi, reel ekonomiye kıyasla çok daha büyük bir hızla genleşti. Reel ekonomide faaliyet gösteren büyük şirketler, ürettikleri mallardan çok finans piyasalarındaki faaliyetlerinden para kazanmaya başladılar. Düzenleyiciler ise gittikçe karmaşıklaşan finans piyasalarını takip edemez hale geldiler.

Sermaye birikiyor
Sermaye üretim döngüsünü ne kadar hızlı tamamlarsa, o kadar çok kar yaratır. Sermayenin dolaşımının sekteye uğraması halinde sermaye değer kaybeder. Bu nedenle sermayenin dolaşımı sırasında aşması gereken mesafenin daha kısa sürede katedilmesi ve karşılaştığı zorlukların azaltılması gerekir. Harvey, sermayenin karşısına çıkan altı tane engelden bahsediyor: i) Yetersiz başlangıç sermayesi; ii) İş gücünün yokluğu ya da iş gücü ile ilgili siyasi zorluklar; iii) Doğal limitler de dahil olmak üzere üretim araçlarının yetersizliği; iv) Uygun olmayan teknoloji ve organizasyon şekilleri; v) İş gücünün direnişi ya da verimsizliği; vi) Talep yetersizliği.

18. yüzyılda yükselen burjuva sınıfı, başlangıç sermayesini devlet sınırları içinde kapitalist öncesi grupların mal varlıklarına el koyarak, dışarıda ise sömürgeci ve emperyalist politikalarla elde etti. Özellikle "kamu borcu"nun ortaya çıkmasıyla birlikte, devlet ve finans kesimi arasında sıkı bir bağ oluştu. Bu bağ, IMF, Dünya Bankası, Uluslararası Uzlaşmalar Bankası, OECD ve G20 gibi uluslararası kuruluşlarla küreselleşti. Yönetimlerinin teknokratik ve elitist yapısı nedeniyle, bu kuruluşlar ve Merkez Bankaları kapitalizmden şikayeti olanların tepkilerinin önemli hedeflerinden biri haline geldi.

Yasadışı yolları bir kenara bırakırsak, bugün de sermaye birikimini hızlandırmanın yasal yolları mevcut: Özelleştirme, kamulaştırma, satın alma ve birleşmelerden sonra yapılan varlık satışları ("asset stripping") ve iflas eden şirketlerin emeklilik ve sağlık sigortası yükümlülüklerini yerine getirememesi gibi. Kriz sırasında düşük değerle satılan varlıklara da spekülatörlerin "el koyduğu" düşünülebilir. Kapitalizmin işleyişini sağlayan demiryolları gibi büyük altyapı yatırımlarının yapılabilmesi için ise birden çok kaynaktan sermaye toplamak gerekiyordu ve bu da kredi sistemiyle mümkün oldu.

Sermaye çalışıyor
Sermayenin bir de üretim aşamasında karşılaşabileceği engeller var. Yukarıda anlattığım gibi, iş gücünün yaratabileceği sorunlar son otuz yılda büyük ölçüde aşıldı. İş gücü havuzu, kapitalizmin büyümesine rahatça hizmet edebilecek şekilde genişledi. İş gücü piyasalarının kuralları ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, kapitalistler bu engelleri de çoğu kez rahatça aşabiliyorlar. Örneğin hızlı nüfus artışı, bir ülkedeki sermaye birikiminin hızlanmasını sağlıyor.

Kapitalistler, iş gücünü çalışanları birbirleriyle ve işsizlerle rekabet içine sokarak kontrol ediyor. Dolayısıyla çalışanlar ve işsizler birbirlerine ne kadar yabancılaşırlarsa, kapitalistler için o kadar iyi. Çalışanlar arasında cinsiyet, ırk, etnik köken, kast, siyasi görüş ve din açısından ayrımlar ne kadar belirginleşirse, çalışanların dayanışma riski o kadar azalıyor. İş gücünün üst katmanlarında ise, bu "Tanrı vergisi" ayrımlar rekabetin önlenmesine ve hiyerarşik düzenin kurulmasına hizmet ediyor. Cinsiyet ayrımcılığı ve ırkçılık, çok büyük grupları en alt basamaklardaki düşük gelirli ve güvencesiz işlere mahkum ediyor.

İş gücünün sermaye sınıfına zorluk çıkarmaması için devletlerin de yapması gereken çok şey var elbette. Örneğin gıda ve ucuz tüketim mallarının desteklenmesi ve eğitim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, ucuz ve kaliteli iş gücü için gerekli.

İş gücü sorunu aşılsa bile, üretim yapılabilmesi için gerekli olan diğer girdilerin (enerji, ham madde, ara mallar, makine, fabrika, altyapı ve ulaşım gereksinimleri) arzının sürekliliği çok önemli. Yani kapitalist sistemin, kendi devamlılığı için gereksinim duyduğu koşulları sürekli olarak yaratması gerekiyor. Rekabet koşullarının düzenlenmesi ve malların dolaşımına yönelik engellerin kaldırılması, tedarik akışının kesintiye uğramaması için hayati önem taşıyor. Bu yüzden IMF ve Dünya Bankası gelişmekte olan ülkelerde yolsuzluk ve kanunlardaki belirsizliklerin ortadan kaldırılarak "yatırım ortamının iyileştirilmesi"ni salık veriyor sürekli. Kapitalizmin sağlıklı olması için tüketim ve yatırım malları üreten sektörlerin denge içinde olması gerekiyor.

Tabii üretim için gerekli olan tedarik akışının sağlanabilmesi için en temel gereklilik, doğal kaynakların sürekliliği. Harvey burada doğal kaynakların şuursuzca tüketilmesinin ve iş gücünün zayıflatılmasının kapitalizmin sürekliliği için aynı ölçüde zararlı olduğunu söylüyor, ancak kısa vadeli düşünen kapitalistlerin bunu anlamaya niyeti yok! Doğal kaynakların tüketilmesi ve yoğun atık üretimi, kapitalizmin yarattığı ve sürekliliğini tehlikeye düşüren en önemli sorunlar. Doğal kaynaklardaki kıtlığın önüne, prensipte teknik, sosyal ve kültürel değişikliklerle geçilebilir. Ancak kapitalizm çoğu kez doğaya zarar veren kültürel tercihleri (et ağırlıklı beslenme, gelişmiş ülkelerin banliyölerindeki yaşam gibi) dönüştürmeye çalışmaktansa, teşvik ediyor.

Dünyadaki ekolojik dengeler öyle karmaşık ki, küçük değişikliklerin bir bütün olarak nelere sebep olacağını kimse bilemez. İnsan faaliyetinin çevreye, iklime ve insan sağlığına zararları ancak yıllar sonra tam olarak anlaşılabiliyor. Bu zararlar ve doğal kaynakların sınırları anlaşıldıkça, çevrecilik de kapitalizm karşıtı hareketler arasında sivriliyor.

Harvey, geçmişte de pek çok kez olduğu gibi kapitalizmin doğal kaynaklardaki kısıtları aşabileceğini iddia ediyor. Hatta yeni ve çevreci teknolojiler, kapitalistlere sermaye fazlasının yatırılabileceği yeni alanlar sunuyor. Ancak kapitalizmin bu sınırları aşmak için (lobilerin baskısıyla) seçtiği yöntemler de, korkunç yan etkilere gebe olabilir. Önemli bir örnek, ethanol üretimi için verilen destekler. Harvey gıda fiyatlarındaki artışı, tarım alanlarının ethanol üretimine ayrılmasına bağlıyor. Petrol fiyatlarındaki oynaklığı da petrol üretimindeki reel kısıtlardan çok, spekülatif piyasaların yarattığını düşünüyor. Petrol fiyatları yükseldiğinde, daha önce işletilmesi imkansız alanlar açılabiliyor. Krizlerin oluşmasında, doğal kıtlıklar kadar kapitalistlerin bu kıtlıklara verdikleri tepkiler de rol oynuyor.

Sermayenin çok önemli bir kısmı "ikinci doğanın" inşa edilmesine, yani yapılaşmaya, şehirleşmeye ve altyapı yatırımlarına harcanıyor. Çoğunlukla krediyle yapılmış bu yatırımların bir krize yol açmaması için verimli bir şekilde kullanılmaları gerekiyor.

Son olarak, kapitalizmin sürdürülebilmesinde teknolojik yaratıcılığın rolü yadsınamaz. Yoğun rekabet ortamında başlarını suyun üstünde tutmaya çalışan kapitalistler, sayesinde o çok ihtiyaç duydukları sıçramayı yapabilecekleri, maliyetlerini düşürecek buluşların, pazarlayabilecekleri yeni ürünlerin peşindeler. Sadece şirketler değil, devletler de bu yarışın içindeler. Kapitalizmin devamı için finans sektörüyle iş birliği içinde olan devlet, reel sektörü de stratejik sektörlerde Ar-Ge faaliyetlerini finanse ederek destekliyor. Ancak sürekli yapılan yenilikler, bir önceki "nesil" ürünlere yapılan yatırımın boşa gitmesine, pek çok insanın işsiz kalmasına yol açabiliyor.

Sermaye fazlası, spekülatif şekilde "inovasyon dalgaları"na yatırım yapıyor. Harvey, şu anda hızlanan yatırımlara bakarak bir sonraki balonun biyotıp, genetik mühendisliği ve yeşil teknolojiler alanlarında oluşacağını tahmin ediyor. Her inovasyon dalgasında hakim sınıf da el değiştiriyor.

Teknoloji ve bilim karmaşıklaştıkça, bu alanlarda uzman olanların üzerimizde kurduğu tahakküm sağlamlaşıyor. Kendimizi pek çok alanda uzmanların eline teslim etmek zorundayız, ancak uzmanların bu uygulamalarının sonuçlarına ne kadar hakim olduğu, kamusal yarara ne kadar önem verdiği bir muamma. Son ekonomik krizde yaşanan da buydu aslında. Kısaca, kapitalizm teknolojik gelişmenin mümkün kıldığı bir "yaratıcı yıkım" döngüsü sayesinde sürdürülebiliyor.

Devam edecek...

Saturday, February 05, 2011

Bazı hayaller

Şu son yazdığım post eksik kalmış. Bir de o başvurular üzerinde uğraşırken, başvurduğum yer her neresiyse oraya gitmek dünyada en çok istediğim şeymiş gibi yapışım var. Sonra o hayalin sönüşü, onu sürdüremeyişim, onun yerine yeni bir hayal koyuşum var. Yeni baştan yeni bir şey için heyecanlanışım var. Arada kendimi çok yorgun hissedişim var.

Bazı hayalleri kaybetmeyi göze alamayız halbuki.

Tuesday, February 01, 2011

İşsizlik

Bu blogu şu sıralar kimse okumadığına gore rahat rahat içimi dökebilirim.

Tam olarak altı aydır işsiz olan birisi olarak söyleyebilirim ki işsizlik insanın içini kurutan bir şey. Ki bunu ben söylüyorum, ev geçindirmek, kira ödemek zorunda olmayan, görece olarak kariyerinin başında olan ben. İşini, Londra’daki hayatını beğenmediği için kendi isteğiyle bırakmış olan ben. Meğer çoğu insanın payına düşenden çok daha fazlasına sahipmişim. Çalıştığım şirket matah bir yer değildi, ama meğerse bu, yani insana, emeğe değer verilmemesi normalmiş. Anladım ki insanların yüzde doksanı, eğitimleri ne olursa olsun, buldukları işi yapmak zorundalar. Hem de çok az paraya, hala yıllarca ailelerinden destek alarak, gece gündüz çalışarak. Aktif olmak, sosyalleşebilmek, hayatını idame ettirecek kadar para kazanabilmek tek beklenti.

Bu altı ayı tabii ki bir şekilde geçirdim: Türlü türlü iş başvuruları, doktora başvuruları, görüşmeler, sınavlarla. Araba kullanmayı öğrendim. Manikür yaptırmaya başladım. Türkiye’yle ilgili uzakta olmanın getirdiği tüm romantik fikirlerden kurtuldum. Buna karşılık çalışırken ah işe gitmek zorunda olmasaydım ne kitaplar okur, neler yazardım dediklerimin hiç birini yapamadım. Ne ilham, ne sabır bulabildim. Onun yerine bol bol televizyon izleyip, Internette ne bulursam okuyup zaman öldürdüm. Öfkeli biri haline geldim. Kendime, işverenlere, bana haksızlık yaptığını düşündüğüm insanlara, hükümete, pragmatist liberallere (hükümetle yolumuz kesişmiş olabilir, pişman değiliz!), trafikteki şoförlere, kafeleri dolduran gençlere, en yakınımdakilere tahammül edememeye başladım. Güzel şeyler yapan, üreten, güzel şeyler söyleyen insanların varlığına hem sevindim, hem onlara gıpta ettim. Gerçi pek bir işe yaramıyorlar gibi geldi, kendi gibilere bir nefes aldırmaktan başka. Adi şeylerin bu kadar prim yapıp, düzgün, kaliteli olanın farkına varılmamasına çok kızdım. Farkına varılacak biri olmadığım için kendime kızdım. Hayal etmediğim kadarıyla mutlu olamadığım, sabredemediğim, koşullara uyamadığım için yine kendime kızdım. Gittikçe kızgın, her şeyden şikayet eden yaşlı teyzelere benzemeye başladım. Güya ben uzaklarda bu ülke hakkında ahkam kesip rahat bir hayat süreceğime gelip faydalı bir şeyler yapacaktım! Sevgili başbakanımızın deyimiyle yük almak bir yana, yük olup çıktım. Anladım ki insanın işleri iyi giderken iyi bir insan olması kolay da, işleri kötü giderken iyi bir insan olması çok zor. İşleri iyi giden insanların ezici çoğunluğu da iyi ve düzgün olmadığına göre, Türkiye’deki iyi ve düzgün insan sayısının azlığına şaşmamak gerekiyor.

Şu sıralar aklıma hep Kara Kitap’taki Rüya ve Masumiyet Müzesi’ndeki Füsun geliyor. Kara Kitap’ta Galip ne demişti kaçkın karısı Rüya’nın ardından: “Hiçbir zaman inandıramadım seni kahramansız bir dünyaya neden inandığıma. Hiçbir zaman inandıramadım seni o kahramanları uyduran zavallı yazarların neden kahraman olmadıklarına. Hiçbir zaman inandıramadım seni o dergilerde resimleri çıkanların bizden başka bir soydan olduğuna. Hiçbir zaman inandıramadım seni sıradan bir hayata razı olman gerektiğine. Hiçbir zaman inandıramadım seni, o sıradan hayatta benim de bir yerim olması gerektiğine.” (sf. 326) Füsun da Kemal’in ve hepimizin beklediği o mutlu sona razı olmamıştı, kafaya alındığını anlayıp sonunda. Halbuki o Kemal’in hayran kaldığı kuş resimlerini yapıp vakit öldürürken bile hep inanmıştı günün birinde bir film yıldızı olacağına.