Tuesday, August 09, 2011

Suç ve Ceza
(Kitabı okumadıysanız bu yazıyı okumayın lütfen, kitapta ne varsa yazacağım çünkü.)

Romanın ana karakteri Raskolnikov, bir fikrin esiri olmuştur: Bütün yasaklara rağmen dünyaya yararı olmayan, hatta zararlı olduğunu düşündüğü bir kocakarıyı öldürmek, kötülük sayılamaz. Raskolnikov’a gore ancak bağımsız düşüncelerini herkese rağmen eyleme dönüştürme yürekliliğini gösteren insanlar “seçkin” sayılabilirler, ancak bu yürekliliği gösterebilecek insanların iktidara sahip olma hakkı vardır. Raskolnikov kadını öldürürken, bir bakıma da kendisinin “seçkin” insanlardan biri olup olmadığını test etmektedir. Ancak daha kadını öldürürken paniğe kapılır; kadının masum kız kardeşini de öldürmek zorunda kalır, güç bela ve tamamen şans eseri olay mahallinden kaçar ve suçunu itiraf edene kadar psikolojisi o kadar bozulur ki tüm şüpheleri üzerine çeker.

Raskolnikov daha fazla dayanamayıp suçunu itiraf etmeden once bile işlediği cinayetin bir suç ve günah olduğunu kabul etmez: Kendisi için hayatı çekilmez hale getiren suçluluk duygusu değil, “aklıyla” doğruluğunu bildiği eyleminin arkasında duracak kadar yürekli olamayışıdır. Telaşa, paniğe, korkuya kapıldığı için seçkin bir insan olamamıştır, iktidarı hak etmemiştir.

Raskolnikov eyleminin temelindeki fikri inatla savumayı sürdürse, savaşlarda masum insanların öldürülmesi kabul edilirken kendi suçunun böylesine kınanmasındaki ikiyüzlülüğe isyan etse de, adaleti sağlamaya çalışırken yol açtığı adaletsizlikleri görmezden gelemiyor olmalıydı: Masum bir insanı öldürmüş, masum bir diğer insanın hapse düşmesine yol açmıştı. Olmalıydı diyorum, çünkü Raskolnikov’un karmakarışık duyguları içinde böyle bir vicdan azabını ancak Raskolnikov ölen kız kardeş Livazeta’nın Sonya’nın tek arkadaşı olduğunu öğrenince açıkça seçebildim. Bu insanlar kuşkusuz Raskolnikov’un tanımına gore seçkin değildiler, sıradan insanlardılar, ama iktidar sahibi birinin yapması gerektiği gibi sıradan insanları, bir fikri savunmak için “ödenmesi gereken bir bedel” olarak göremiyordu.

Kitabın sonunda Raskolnikov iyi karakter Sonya’ya aşık olmayı başardığında, bir eşiği geçer: Artık onun için teoriler bitmiş, yaşam başlamıştır. Sıradan bir insan oluşunu dert etmeyi, sıradan insanları küçümsemeyi bırakır. Dostoyevski büyük teorilere, taammüden sıradışı bir şeyler yapmaya çalışan insanlara büsbütün mü karşıdır, yoksa aşkı sıradan insanlara sıradanlıklarını unutturabilecek bir teselli armağanı, sığınak olarak mı görür, orasını bilemiyorum.

Sanırım Dostoyevski, insanların çektiği acılara ve başa çıkamadıkları talihsizliklere asla kayıtsız kalamamakla birlikte (Raskolnikov Sonya’ya ilk ziyaretinde onun önünde eğildiğinde, onun değil, insanlığın çektiği acıların önünde eğilmiştir,) adaleti sağlamaya çalışan fikirlerin hiç birine inanmıyordu. Her insanın once kendini kurtarmasının topluma daha faydalı olacağı fikrini Lujin kadar sevimsiz bir karaktere söyletiyor, komün kurmaya çalışan iyi yürekli ama saf Lebezyatnikov’un “ilerleme” fikri ve akılcı bir düzen hayalleriyle ise açıkça dalga geçiyordu. Sonya’nın Tanrı’nın izin vermeyeceğine inandığı bütün felaketlere, Raskolnikov’un da öngördüğü gibi Tanrı izin verecek oluyor, ancak Svidrigaylov gibi bir günahkarın vicdan azabı ile yaptığı yardım mani oluyordu. Gerçi inanan biri burada Tanrı’nın müdahale ettiğini iddia edebilir.

Dostoyevski’nin 150 yıl once kıtabında açıkladığı fikirlerin, çatışmaların hiç değilse böyle şeylere kafa yoranlar için taptaze sürüyor olması Dostoyevski’nin dehasının göstergesi midir, yoksa insanlığın bütün teknolojik gelişmeye rağmen ahlaki yönden geri kalmışlığının mı?

No comments: